14 Temmuz 2013 Pazar

Sadece Sandık Değil





Başbakan Erdoğan'ın kör değneğini beller gibi belleyip sürekli tekrarladığı "Sandık", giderek Hocaefendinin Sandukasına dönüşüyor. Mısır'daki askeri darbenin de yeniden gündeme getirdiği "Sandığın önceliği ve dokunulmazlığı", Türkiye'deki AKP yönetiminin temel politik ideolojisi haline geldi.
Ancak bu arada sağdan-soldan, Doğu'dan ve Batı'dan kuşkucu sesler de yükselmiyor değil. Aslına bakarsanız Müslüman Kardeşler ve AKP hariç herkes, demokrasi için sandığın yeterli olmadığı konusunda anlaşmış gibi görünüyor. Ama sandık yeterli değilse, neyin yeterli olduğu konusunda rivayet muhtelif. Örneğin ABD yönetimi bile son günlerde "Sandık yetmez!" buyurdu. Cevap verilmeyen soru, sandığın yetersiz kaldığı yerde hangi mekanizmanın devreye gireceği. ABD yönetimi adını koymadan, kısmi bir halk desteği alan askeri müdahalelere "Evet" demeye niyetli gibi görünüyor. Bu bile bir gelişme sayılabilir aslında: Hepimiz biliyoruz, eskiden o "kısmi halk desteğine" bile gerek duymazlardı.
Mısır'da Mursi'yi protesto etmek için Tahrir meydanını dolduranların önemli bir kısmı da sandığın yetmediğinin farkında, ancak onu neyle denetleyeceklerini bilmedikleri için askeri darbeye kerhen de olsa destek veriyorlar, ya da en azından şimdilik öyle görünüyorlar. Kuşkusuz bu da geçer, ama ancak anlamlı, insanları ikna edebilecek bir alternatif ortaya çıktığında.
1950'lerdeki Demokrat Parti yönetimi boyunca, sandıktan çıkan DP'nin sandığa bir daha girmemek için aldığı bir dizi tedbir gördük. Basına uygulanan şiddetli sansür, "Milli Cephe", 6-7 Eylül olayları, gençlik ve aydın protestolarının acımasız polis müdahaleleriyle bastırılması bu tedbirlerden bazılarıydı. Ancak o dönemin en önemli özelliğini işaret eden söz, Menderes'in "Odunu aday göstersem seçtiririm!" ifadesi oldu. Odun bile "sandıktan çıkabiliyorsa" sandığa güvenmek, sandığı yeterli görmek için neden kalmamış demektir. Sonuç demokrasi açısından acıklı oldu: 27 Mayıs 1960 darbesi görünürde DP'nin "antidemokratik" uygulamalarına son verdi belki, ama bugün yeni (o da kısmen) kurtulabildiğimiz yarım asırlık darbeler dönemini açtı. O dönem de DP'ye ve onu izleyen politik oluşumlara verdiği zarardan çok daha fazlasını demokrasiden, özgürlükten, emekten yana olanlara verdi.
27 Mayıs darbesinden sonra Anayasa yapmaya çalışanların en büyük sorunu, "sandıktan çıkanların" bir kere sandıktan çıktıktan sonra hesap vermez, denetlenemez başına buyrukluklarının nasıl denetim altına alınacağıydı. Onlar çareyi (arkasında gizli bir asker desteği olan) yargı erkini alabildiğine güçlendirmekte buldular. Sandıktan çıkan yönetecekti yine, ama Anayasa Mahkemesinin, Yargıtayın, Danıştayın, Sayıştayın denetimi altında. Bu kurumlar ise güçlerini yasalardan, ama yasaların yetmediği yerde de aba altından gösterilen süngüden alacaklardı. Bu çözüm hem askerleri gizli (ve zaman zaman hiç de "gizli" olmayan) bir iktidar merciine dönüştürüyor, hem de yasal denetimi yapacak olan kurumların kendileri yozlaştığında (ki denetlenmedikleri için bu mukadderdi) geriye yapacak bir şey bırakmıyordu.
AKP yönetimi on yıldır 1961 Anayasasının getirdiği bu denetim mekanizmalarını adım adım temizliyor. İşin askeri kısmını temizlemeyi o meşhur "koruma ve kollama" iç tüzük maddesini ortadan kaldırarak tamamladı sayılır. Yargı ayağının denetleyici rolünü ise 2010 Anayasa değişikliğiyle büyük ölçüde temizlemişti, şimdi, yeni Anayasa çalışmalarında ise bu değişikliği kesinleştirmeye, güvence altına almaya çalışıyor.
"Sandık" kavramına yöneltilebilecek devrimci, Marksist eleştiri ise, işe "Yetmez, ama evet!" diyerek başlamak zorundadır (Anayasaya değil, seçime). Nüfusu on milyonlarla ölçülen toplumlarda yasama ve yargı erklerini bir tür eşit ve evrensel genel oya dayalı seçimle belirlemek, şimdilik alternatifsiz görünüyor. Ancak her demokratik mekanizmada olduğu gibi "Sandıkta" da bir dizi çok vahim sorun var: (1) Seçimle yasama erkini ele geçirenlerin, bir takım yasal düzenlemelerle bir daha gitmemelerini sağlayacak bir yapı kurmaları nasıl engellenebilir? (2) Belirli bir program ve vaadlerle yürütme erkini ele geçirenlerin bu vaadleri tutmamaları, hatta tam tersini yapmaları durumunda kendilerini seçenler tarafından denetlenmeleri nasıl sağlanabilir? (3) Sandıkta çoğunluğu ele geçirenlerin azınlığın ya da azınlıkların temel hak ve özgürlüklerine tecavüz etmeleri nasıl önlenebilir? (4) Halkın politika ile bağlantısının 4-5 senede bir sandığa gitmekten, geri kalan zamanda ise "işi ehline, bir bilene, lidere, hükümdarlara" bırakmaktan ibaret olmasının nasıl önüne geçilebilir? (5) Yönetme ve yasama (ve giderek yargı) erklerinde karar verici mevkilere gelenlerin bu konumlarını kişisel ya da grupsal çıkarlar için kullanmaları nasıl durdurulabilir?
Bu sorulara verilebilecek devrimci, Marksist cevaplar Paris Komününde saklıdır, aslında saklı bile değildir, apaçık ortadadır. Marx'ın Fransa'da İç Savaş metninde yaptığı Komün dersleri çözümlemesi, bugün, hala geçerlidir:
"Komün şehrin, çeşitli ilçelerinde evrensel oyla kısa dönemler için seçilen ve her an sorumlu ve geri çağrılabilir olan yerel temsilcilerinden oluşuyordu. Çoğu üyesi haliyle çalışan insanlar, ya da işçi sınıfının tanınan temsilcileriydi. Komün parlamenter değil çalışan bir yapıydı ve aynı zamanda hem yürütme hem de yasama işlevi vardı."
Ama bu sadece Paris için geçerli değildi:
"Her bölgenin kırsal toplulukları ortak işlerini merkezi kentteki temsilciler meclisleriye yönlendirecek, bu bölge meclisleri de Paris'teki Ulusal Meclise temsilciler yollayacaktı. Her temsilci her an geri çağrılabilir olacak ve seçmenlerinin resmi talimatlarıyla (mandat imperatif) bağlı olacaklardı."
Ya polis ve bürokrasi?
"Polis, merkezi hükümetin ajanı olmaktan çıkarıldı ve tüm politik özelliklerinden arındırılarak Komünün sorumlu ve her an geri çağrılabilir bir organına dönüştürüldü. Yönetimin her alanındaki memurlar için de aynı şey geçerliydi. Komün üyelerinden başlayıp en aşağıya kadar, kamu görevleri işçi ücreti karşılığında yapılacaktı."
İşin laiklik, hukuk, eğitim, ordu gibi yönleri de var ve bunlar da saydıklarım kadar önemli; ancak şimdilik elimizdekilerle yetinelim.
Eğer sandığı gerçekten denetlemek istiyorsak, ne askerin, ne de sözümona "bağımsız" yargının vesayetine ihtiyacımız var. Yapılması gereken tek şey, temsilcilerin kendilerini aday listesine koyan liderlerinin değil, kendilerini seçenlerin temsilcisi olmalarını sağlamak. Bu da (1) "Milletvekili" kavramının ilga edilip, yerine dar bölgelerde, iki turlu çoğunluk sistemiyle seçilen vekillerin geçirilmesiyle; (2) Her türlü seçim barajının kaldırılmasıyla; (3) Dar bölgelerde az sayıda seçmenin seçtiği vekillerin mandat imperatif (yani kendilerini seçenlerin talimatları) ile bağlı olmalarıyla; (4) Bunu yerine getirmediklerinde her an (o bölgede) yeni seçim çağrısı yapılabilmesiyle; (5) Temsilciliğin her türlü maddi avanta(j)dan arındırılmasıyla sağlanabilir ancak.
Bu saydıklarım basit bir Anayasa değişikliğiyle sağlanamaz, ancak Seçim ve Partiler yasalarında radikal değişiklikler yapılarak gerçekleştirebilir. Ben kendi adıma, bu değişiklikleri hedeflemeyen hiçbir Anayasaya "Evet" oyu vermeye niyetli değilim. Darbelere karşı olmak, bunu neye taraftar olduğumuzu belirtmeden yaparsak, samimi bir tavır değildir. Tarif ettiğim siyasi rejimin gerçekleşmemesi için hiçbir maddi neden yok; bazı "liderlerin" kaybedeceği hükümdarlıklar, bazı "temsilcilerin" kaybedeceği avantalar var sadece. Ancak bunlar, darbe fikrini bir daha geri gelmemek üzere çöplüğe yollamak için ödenmesi gereken küçük bir bedelden başka bir şey değil, ve merak etmeyin, o bedeli ödeyecek olan da "biz" değiliz.
Bülent Somay 

Kaynak:

http://marksist.org/yazarlar/bulent-somay/12267-sadece-sandik-degil

13 Nisan 2013 Cumartesi

GANGSTER SQUAD

Kaan Karsan





Şöyle eski usul bir gangster filmi izlemeyeli epey oldu diye düşünmedik belki... Ancak şöyle eski usül, 'iyi' bir gangster filmi izlemeyeli epey oldu diye düşündük. Dönemin cafcaflı oyuncularını bir araya getiren, kanın gövdeyi olduğu kadar gövdenin de kanı götürdüğü cinsten. Geçtiğimiz senenin sonlarına doğru hazır bir şekilde vizyonunu bekleyen Suç Çetesi (Gangster Squad)'nin gösterim tarihi Amerika'da yaşanan şiddet olayları nedeniyle ertelenmişti. Bünyesinde Sean PennJosh BrolinRyan Gosling ve Emma Stone gibi oyuncuları bulunduran Suç Çetesi, Zombieland ile birlikte yıldızı parlayan Ruben Fleischer'ı da yönetmen koltuğuna oturtuyor.

Paul Lieberman'ın romanından uyarlanan filmin çıkış noktası pek sade ve basit: "Çivi çiviyi söker.". 1940'lı yılların sonu yaklaşırken şehri avucunda tutan gangster Mickey Cohen'in etkinliğini sona erdirmek isteyen Los Angeles polisi, kurumla organik bir bağı olmayan, oldukça gizli bir ekip kurarak 'gangster'i 'gangsterlik' ile yok etmeye çabalıyor. Yani, suçun karşısına bir tuzak olarak suçu koyuyor.

Önceki iki uzun metrajlı kurmacası Zombieland ve 30 Items or Less ile kullandığı biçemi bize iyiden iyiye tanıtan Ruben Fleischer'ın benimsediği üslup önceki işlerinden pek de farklı değil. Öncekilerin aksine ciddi bir tonda ilerleyen filme eklenen mizah sosu da önceki filmlerin alışkanlığından ileri geliyor olsa gerek. Fleisher zaman zaman risksiz plan sekanslarla 'sinema' hissiyatını kuvvetlendiriyor; zaman zaman da slow-motion kameralarla filmini stilize bir hale getirmeye çalışıyor. Filmin ilk bakışta oldukça yakışıklı ve şık durduğunu kabul etmek gerekiyor. Ancak yalnızca ilk bakışta...

Filmin genel gidişatı ve öyküsel olarak üzerinde yürüyeceği yol belli olur olmaz bütün bu makyajın aslında yok yere yapıldığını ve malzeme israfından fazlası olmadığını fark etmeye koyuluyoruz. Sinema için ilk senaryosunu yazan Will Beall'in çizdiği kurduğu olay örgüsü o denli vasat ki, filmin ne aksiyonunu ne de gerilimini ciddiye almak olası... Fleischer'ın senaryonun hafifliğinin yanında fazla 'afili', 'ağır' ve 'stilize' duran yönetimi ise bir tür 'orantısız güç sarfı'... Filmin iki saat boyunca bir türlü arınamadığı karton yapı, dakikadan dakikaya daha da sönük bir hale bürünmeye başlıyor; bir süre sonra da inceldiği yerden kopuyor.

Will Beall'in kurduğu vasat olay örgüsünü bir yana bırakalım; çizdiği karakterler o denli vasat ki, Gangster Squad'ın fena bir çizgi-roman uyarlaması olduğunu düşünmeniz uzun sürmeyecektir. Tüm karizmatik tavırlarına rağmen filme hiçbir katkısı olmayan ve belli ki o afili dönem kıyafetlerinin içerisinde hepimizden çok sıkılan Ryan Gosling ve estetik bir dekor olmaktan öte herhangi görevi olmayan Emma Stone'u gözardı etsek bile Sean Penn'in karakteri ve performansının üzerine gitmeden edemeyeceğiz. Sean Penn bize kendisinin aslında bir gangster filminin komik olmayan bir parodisinin içinde olduğunu o denli hissettiriyor ki Gangster Squad'ın bir Aaron Seltzer filmi olduğunu düşünmeniz pek uzun sürmeyecek.  Filmin ana odağında olan Josh Brolin ise en azından bunun oldukça vasat bir film olduğunun farkında ve bu vasatlıktan keyif alıyormuş gibi görünüyor. Bütün bu onaylaması zor taraflarının yanında ise Gangster Squad'ın uzaktan bakınca cezbedici bir tarafının olduğunu söylememiz gerekiyor. Hatta türün meraklıları için belki de 'keyifli bir seyirlik' bile olabilir. Ancak maalesef bizim gördüğümüz, güzel görünümlü, bol makyajın ardına saklanan bir iş  olduğu.

kaankarsan@gmail.com

18 Mayıs 2012 Cuma

RÜZGAR BİR ŞAİRE NEYİ FISILDAR Kİ

RÜZGAR BİR ŞAİRE NEYİ FISILDAR Kİ ?

TAYLAN ASIR / BİRGÜN GAZETESİ, 7 Nisan 2012


“Mekana, zamana, lisana ve beyana, ana ve divana” sığmayan, kapsayan ama ibaret olmayan bir kozmik görünün dilini, şiirinin temel eksenine oturturken Fettah Köleli’nin, ‘türdeş’ ülke şiirinin dışına cesurca bir adım attığını söylemek mümkün.

Son kitabı Rüzgâr Ne Söyler Bir Münzeviye ( Bence Kitap 2012) başlı başına böylesi bir irdelemeye yeterince mahal veriyor. Bizim şiir okurken, herhangi bir şairin bir şiirini ya da tümden şiirlerini, asgari düzeyde beklentimiz kendini var-etmiş, kurmuş, özgeleşmiş olmasıdır. Ya da var-etmek, kurmak, özgeleşmek yolunda bir estetik tavır olarak debeleniyor olmasıdır. Şair özne bu çabanın tümünü kendi içrek darasında zehrederken, biz şiirinde bunu bir ardalan olarak karşımızda buluruz. Sanat yapıtında ardalan, insanoğlunun trajik oluşunun benzersizliğini bünyesinde barındırmasıdır. Dirim ile ölümü, var ile yok’u, zahir ile batını… Nesneyi öz’ün temaşasından ibaret görmemekle birlikte dilin kendi oluş sürecini de kapsayan bir dışarıda olmak hali, cisimden azade olmak, mekan ve zaman rabıtasından çıkabilmek ve an’ın çekirdeğine sığmayıp da an’ın çekirdeğinde dört başı mamur dolanıp duran öze inisiye olabilmek hali. Aslında “ Anlatılan senin hikayendir!” sözüyle müsemma olmuş bu ontik tavır günümüz şairini ilkel toplum bilicisine yaklaştırırken uzaklaştıran, uzaklaştırırken de yaklaştıran bir bağıntıdır. Şair, tıpkı bilici gibi yaşamın köklerine uzatır dilini, onda var olan öze içkin olmak ister; aşkı, yersizyurdsuzluğu, yalnızlığıyla barışık olmak ister; fakat tam da yaşamın köklerinde bellediği gibi onu değiştirebilme kuvvetini de kendi dilinde buluverir. Tüm bu süreç şiiri – türdeş olmayan şiiri- kuran yapıtaşlarını gerek özsel olarak gerek de dilsel olarak var eder. Bu yüzden historik hiyerarşiden azade bir halde kendimizi buluruz Homeros’ta, Kavafis’te, Melih Cevdet’te, Rimbaud’da, Nazım’da, burada adını saymanın yersiz olacağı daha pek çok şairde. Her birinin zamana, mekana, lisana ve divana dair sınırlılıkları olsa da bana sorarsanız ortak yanları takınmış oldukları ‘ontik tavır’ dır.



Türdeş şiir’den kastımı tam da bu noktada biraz açmak isterim. Günümüz şiiri ana akım olarak Ben’e özgü olanı dillendiren ve bunu çoğu kez alameti farika düzeyinde kavrayan ve dilsel olanakları bu uğurda konuşlandıran, şiiri uzay boşluğuna imaj imar etmek sanan bir düzlemden konuşuyor. Dilin köklerinde yatan zenginliği tarih-dışı bir piyango meşrebinde kavrayıp şapkamdaki tavşan farklı demeye getiriyor. Oysa ‘Ben’ eşsiz –biricik- olmayı imlediği gibi tarihsel olarak farkındalığı da imler. Topluluk olmaktan ayrışmayı içerdiği denli ortak yazgımızın köklerine inebilmeyi de içerir. Dilin encam aynasındaki zuhuru ancak bu diyalektiğin kavranmasıyla mümkün olabilir. ‘Ben’ bir bilimkurguda bir sabah ansızın tepemizde beliren bir meteor olmadığı gibi, onun dili de köksüz değildir. Bu dilin öznesi kurulan bir öznedir. Bu anlamda kendiliğindenliği yoktur. ‘Ben’ kendiliğinden değil, tarihsel bir üründür. Onun dili de öyledir. Bizim şiirden beklentimiz, kendi dilini kurmasıdır. Bunu yaparken de insanın derin izlerini kendi etinde bir yara gibi taşımasıdır.

Bu dördüncü şiir kitabı Fettah Köleli’nin. Dört kitabın tamamında dilsel ve bilişsel devinimi başat bir ark olarak görebiliriz. Şair kendi çukurunu kendi elleriyle kazıyor deyip tebessüm etmek mümkün. Derine indikçe biliyoruz ki kahrı ve kahhar yalnızlığı büyüyecek. Yüzeyde salınmak kafi gelmiyor belli ki. Dilsel ve bilişsel dönüşüm kendi mecrasında akarken – ve bunu dört kitapta ayrıntılı olarak incelemek mümkünken- benim bu yazıdaki konum aslında Fettah Köleli şiirinde asla değişmeyen bir tutuma yöneliktir: ontik tavır.



Rüzgar Ne Söyler Bir Münzeviye bu anlamda söze kozmik görüyü belleten bir tutum içeriyor. Dil alabildiğine yalın olmakla birlikte kendi ritmini ve müziğini varlığın dolayımlarından sıyrılıp bir tür enerjiye dönüşmesi, yaşamın kendi zıddıyla bütünleşik bir halde anlatıcı beni kuşatması bağlamında kazanıyor. Ben, zaman mekan bağıntısıyla tanımlanan verili bir momenti imlemekten çıkarak, insan doğasının mayasına odaklanmakta, buraya içkin ontik tavrı net olarak takınmaktadır.



“ ölüm ve yaşam tek yumurta ikiziydi

hangisini yüceltsen aynı çınlamayla dönerdi başın

ben yaşam dediğin mikrobum rahip c

senin sevgili tanrının sana ihanetiyim”



Rahip C s.68

“ umay’ın ulu yurdu gökçe kalıtıydık evrenin

aşıktık sırat köprüsünden biletsiz geçerdik

gelincik tomurcuğuyduk bozlakla patlardık

zaman harmancısıydık dipte kalan dane0yi ayıklardık

Ne Adem Ne Ahali s.41



Bu alıntıladığım dizeler aslında kitabın tümüne yayılan ve şair öznenin şiirini kurarken varsaydığı oluş-özdeş doğa imgesinin birer örneği. Fakat burada doğaya yönelen her bir imge aynı zamanda şair öznenin kendi bilişsel ve içrek tutumu olarak son derece enerjik, dönüşen ve bir’e ulaşan türden dinamik. Anlatıcı ben – çoğulluğu ontik söyleyişten gelmekle birlikte- kendini tümün bir parçası hatta oğlu ya da kızı olarak görmekte, aşkı da yenilgiyi de, bu hal içre var olmakta devam etmeyi de kozmik görünün içerisine yerleştirmektedir. Kozmik görü şiirin temel düsturudur. Şiir bu sayede üstündeki zaman tozlarını silkelemekte, falanca medeniyetin, falanca milletin feşmekanca ayrıksı dili olmaktan çıkıp, insanın özüne yeltenmektedir. İnsan, varlığın aynasında temellük eden özdür. Bu bakımdan şiirin dili de bütünsel olarak okurun zihninde bu öz’e yönelik bir soyutlamayı da beraberinde getirir. Soyutlama, anın içinde sıkışmış olan kadim’i açığa çıkartacak, ‘ dipte kalan dane’yi günışığına sunacaktır. Rüzgar Ne Söyler Bir Münzeviye bu bakımdan epistemolojik olarak da kendine açtığı özgün yoldan yürümektedir. Herhangi bir esrimeye mahal vermeden, insanın trajik oluş’unu coşkuyla karşılayıp, bunu bir olanak olarak kavramanın yetisidir bu.



“ dünya bu kusurlu haliyle, bozuk yazgısıyla

daha bir hoşuma gidiyor; teninin kokusu

aşkımızın tuzu var çünkü harcında “

Tanrıçam s.17

Fettah Köleli, Rüzgar Ne Söyler Bir Münzeviye ile kendi yazgısının önemli bir dönemecine ulaşmıştır diyebiliriz. Diline dadanan kozmik devinim modern sonrası insanın, kendi kadim silüetini seyreylemesi anlamında özgün bir biçeme yönelmiştir. Bu şiirin aynasında uygarlıkların, katliamların, aşkların ve ayrılıkların ötesine taşan ‘büyücünün yanıtı ’sırrını açık etmektedir.



“ ey kutsal yalnızlığımız

sana da

ademe de

ahaliye de

şerh düşeriz

ak kağıda düşürdüğümüz

her harfte

kutsalı çiğnemek yasadır

yasaysa

gülücüğü kederli şarkılarımızın”

Şimdi Ve Burada s.73