7 Şubat 2011 Pazartesi

ED WOOD’TAN; TIM BURTON’A : DR.ACULA!




       Edward Davis Wood Jr., nam-ı diğer Ed Wood ( 1924-1978) 1958’de çektiği “Plan 9 From Outer Space” filmi ile “The Golden Turkey” ödülünü alarak Hollywood’un belki de gelmiş geçmiş en kötü yapımlarının yönetmeni olarak anımsanan kişiliktir. Ölümünden yıllar sonra başta yukarıda sözünü ettiğim Plan 9 From Outer Space olmak üzere Glen Or Glenda(1953), Jail Bait ( 1954), Bride Of The Monster(1955) gibi filmleri B- Filmlerin kültleri arasında yerini almıştır.  Kendi hayatından esinlenerek çektiği Glen Or Glenda’da söz konusu yıllar için çok da kolay görünmeyen psödohermafroditizm ve travest kişiliği hikayesinin eksenine oturtmuştur. Sinemaya karşı duyduğu bitimsiz tutkusu,  düşük bütçeli filmlerini, absürt denilebilecek görsel efektler, bir çırpıda yazılan senaryolar, asla provası ya da tekrar çekimi olmayan sahneler ile bezemiş olsa da  Ed Wood’un zihnimizde yarattığı imge deha ile yeteneksizlik abidesi arasında gidip gidip gelir. Stüdyo dönemi diye anılan 50’li yıllarda Warner Bros, Universal Studios, 20th Century Fox, MGM gibi büyük şirketlerden umduğunu bulamayan Wood, filmlerine bütçe bulabilmek için olmayacak yöntemlere başvurmuştur.  Tabiri caizse hep denemiş, hep yenilmiş, yılmamış, bir daha denemiş ve bir daha yenilmiştir.  İsmiyle müsemma bu yönetmen,  bence işte bu tutkusuyla sinema sanatının kroniğinde kayda değer olan yerini almıştır. Dikkate şayan bir diğer nokta ise Kont Dracula(1931) rolüyle – ki şüphesiz en iyisidir- bir dönem yıldızı parlamış ama 50’li yıllara gelindiğinde pek de kimsenin anımsamadığı Bela Lugosi ile yolları kesiştiği andan itibaren Ed Wood’un ona karşı duyduğu derin hayranlık ve hatırşinaslıktır. Yaşlı kurt, Wood’un pek çok filminde rol almış, öldüğünde ise elinde yine Wood’a ait olan The Final Curtain’in senaryosu bulunmuştur.
       Her ne kadar Tim Burton’un, Edward Scissorhands ( 1990), Corpse Bride ( 2005), Sweeney Todd ( 2007) gibi başyapıt nitelemesini hak eden filmlerinin yanında daha mütevazı bir yeri olsa da Ed Wood (1994) sinema dehasından şüphe duyulmayan bir yönetmenin, trajikomik talihsizliklerle dolu yaşamında tutkusundan hiçbir şey yitirmeyen bir diğer yönetmene duyduğu saygının görkemli bir ifadesidir.
       Başrollerini Johnny Depp ( Ed Wood), Martin Landau ( Bela Lugosi) ve Sarah Jessica Parker ( Dolores Fuller) ‘ın üstlendiği bu yapım bize Ed Wood’un yaşam öyküsünden bir kesit sunar. Elbette Tim Burton farkıyla. Nerdeyse filmin her karesinde dehanın gerçeküstü diline tanıklık ederiz.  Burton filmlerinin belki de en tipik yanı olan “içkin-atmosfer”, bu filmde de olanca büyüsüyle çıkar karşımıza.  Wood’un abartılı dilini ilk sahneden itibaren kullanmaya başlar ki ironi aslında temel motif olacaktır.  Korkunç olmaktan ziyade gülünç olan ve bu yanıyla da gerçeklik algısını paramparça eden Ed Wood filmlerine göndermedir bu. Ed Wood’un yaşamı, yine onun diliyle anlatılacaktır. Tim Burton’un saygı duruşudur çünkü!
       Ed Wood, Plan 9 From Outer Space’de daha önceki 8 denemeleri bir şekilde başarısızlığa uğramış olan uzaylıların, bu kez ölüleri dirilterek dünyayı ele geçirme planını anlatır. ( Yalnızca üç ölüyü?!) Bride Of The Monster’da ise kötü bir bilim adamının dünyayı ele geçirme planını. Her iki filmde de sahneler o denli absürt ve inandırıcılıktan uzaktır ki, izleyeni korkutmak şöyle dursun, ürpertmez bile. Örneğin 2.Dünya Savaşı esnasında çekilmiş dokümanter görüntüleri, kendi görüntüleri ile harmanlar, ancak bu sayede şehri zapt etmeye gelen ufoların bertaraf edilişine tanıklık edebiliriz.  Ufolar,  büyük olasılıkla Chevrolet jantı, füzeler ise sözünü ettiğim dokümanter görüntülerden alınmadır.  Elbette bu zorlama üslup, daha önce de değindiğim ve aslında beni bu yazıyı yazmaya meyleden şeyin, Ed Wood’un sinemaya olan tutkusunun da bir eseridir.  İşte Tim Burton’un da filmde tam olarak izlediği yöntem budur; Ed Wood’u onun uzaylıları ya da kötü bilim adamlarını anlattığı gibi gülünç bir şekilde anlatmak.
       Film baştan sona renksizdir. B türü korku sinemasının kullanageldiği ama izleyende korku dürtüsünü asla desteklemeyen bir müzik eşliğinde bir tabut usulca açılır. Ağır makyajı ve smokiniyle ölü dirilir ve ağdalı bir dille izleyiciye seslenir;
       “  Merhaba dostum. Bilinmeyenle ilgileniyorsun. Açıklanamayan gizemli şeylerle. O yüzden buradasın. Ve şimdi, ilk kez bütün hikayeyi eksiksiz gözler önüne seriyoruz. Size, bu çetin sınavda ayakta kalmayı başarabilmiş sefil ruhların gizli tanıklığına dayanan kanıtların hepsini sunuyoruz. Olayları, mekanları. Dostum, artık bunu sır olarak saklayamayız. Acaba kalbiniz Edward Wood Jr.’ın gerçek hikayesinin şok edici gerçeklerini kaldırabilir mi?”  Tabut tekrar kapanır. Kamera pencereden çıkar ve karanlıkta mezar taşlarında giriş jeneriği akmaya başlar.
       Bu giriş daha baştan ironinin bir yöntem olarak kullanılacağını göstermektedir. Biyografi kesiti, gerçek ile kurgunun kesiştiği, birinin diğerine yeltenip iç içe geçtiği bir yolda ilerleyecektir. Karakterleri saran atmosfer anlatılacak olan öykünün kaba gerçekçilikten uzak olacağını hemen hissettirir.  Ed Wood her şeyden önce samimidir. Yaptığı işlere sonuna kadar inanmaktadır. Dizginlenemez bir enerjisi vardır. Asla pes etmeyi düşünmez. Hüsranla sonuçlanan her filmden sonra, bir yenisine aynı tutkuyla girişir. Eleştirmenlerin ağır aşağılamalarına, stüdyo patronlarının alaycı kahkahalarına, galalarda seyircilerin patlamış mısır fırlatmalarına maruz kalır. O bütün bu umut kırıcı başarısızlıklarına rağmen, hiçbir şey olmamış gibi hemen yeni bir senaryo ile tekrar kolları sıvar. Ekibi de en az Ed Wood kadar samimidir.  Kuvvetle muhtemel ki, yıldızı sönmüş ya da hiç parlamamış amatör ruhlu oyuncular, piyasada iş bulamayan bir kameraman,  yeri geldiğinde figüranlık dahil her türden ihtiyaca koşturan bir kaç sinema tutkunu işçiden ibarettir ekip dediğimiz.  İşin ilginci, yapılan her film, bir öncekine rahmet okutacak düzeydedir.
       Ed Wood, Orson Welles hayranıdır. Filmin bir yerinde şöyle der;
       “ Ya yanılıyorsam? Ya gerçekten beceremiyorsam? Orson Welles, Yurttaş Kane’i yaptığında 26’sındaydı, ben 30 yaşındayım.”
       Tim Burton, bu umutsuzluğu savuşturacak kararlılıktadır. Gerçekten karşılaşmış mıdır bilinmez ama filmde Ed Wood en umutsuz anında Orson Welles ile karşılaşır ve onun tavsiyesiyle kırılan umudunu onarır.  Elbette öz, tutkudur. Kendini var etme çabasının likit enerjisidir tutku.  Yıkıcıdır. Peşi sıra sürükler. Akıl tutulmasına teşnedir. Rasyonel olandan alabildiğine uzaklaşmaktır tutku. Yine de en kötü filmin içinde dahi çatal dilini gösteriverir.                                        
       “Dr. Acula!”
       Ed Wood, Plan 9 From Outer Space’i çekmek için bir yolunu bulup Bewerley Hills Baptist Kilisesi’nden para almıştır. Elbette kilisenin rahibi de çekimleri izlemektedir.  Aralarında şöyle bir konuşma geçer:
       Ed Wood; “ Kestik. Mükemmeldi.”
       Rahip: “ Mükemmel mi? Bay Wood film sanatı hakkında bir şeyler biliyor musunuz acaba?”
       Ed Wood; “ Evet öyle olduğunu düşünüyorum.”
       Rahip: “ Kartondan mezar taşı devrildi. Mezarlık bariz bir biçimde sahte. “
       Ed Wood; “ Kimse bunu fark etmeyecek. Film yapımında küçük detaylar değil büyük resim önemlidir.”
       Rahip; “ Polisin gündüz vakti gelmesi ama birden gece olmasına ne demeli peki?”
       Ed Wood; “ Ne biliyorsun ki, hiç inançsızlığın ertelenmesini duymadın mı?”
       Bu diyalog aslında Wood filmlerindeki inandırıcılık eksikliğinin büyük zaafa dönüştüğünü, bunun filmi izleyen herkes tarafından rahatlıkla tespit edilebileceğini gösteriyor.  Ama bir şeyi daha gösteriyor; adamın, yazdığı senaryoya, çektiği sahneye, baştan sona yaptığı her şeye olan kapılmışlığını, büyük inancını. İrrasyonelliğin yaratıcı dilini.
       Tim Burton, Ed Wood’u, Plan 9 From Outer Space’in galasında terk ediyor. Tim Burton’un Ed Wood’u burada bitiyor. Onun pek de iç açıcı olmayan, alkolizme,  başarısız senaristliğine, adult filme yönelişine değinmeden.  78’deki kalp krizine de.  Kendisinden neredeyse 40 yıl önce olağanüstü zor şartlar altında Hollywood’ta var olmaya çalışan talihsiz yönetmenden aldığı esinin hakkını sonuna kadar vererek.
       Tim Burton dünya sinemasında büyülü gerçekçiliğin belki de en kayda değer isimlerinin başında gelir. Onun filmlerinde tüyler ürpertici olanla komik olan iç içe geçer. Katı olan şey sıvılaşır. Örneğin karısının ve kızının intikamını akıl almaz bir vahşetle alan Benjamin Barker nedense izleyicide sevimli bir figüre dönüşüverir. Ya da Edward Bloom’un gerçeğin nerede bitip masalın nerede başladığı belirsiz hikayesi, hiç de alışık olmadığımız bir kurmacayı seriverir gözlerimizin önüne. Basmakalıp hikaye örgüsü değildir onun anlattığı. Bulanık, sınırları belirsiz, masalsı fakat ikna edicidir. Bu üslup köksüz değildir şüphesiz; Munch’un Çığlık’ından, Marquez’in Yüz Yıllık Yalnızlık’ına, Andersen’den, Guillermo Del Toro’nun Pan’ın Labirenti’ne dek pek çok kaynaktan beslenmektedir.
       Ve elbette mevzubahiste adı sanı anılmayanlardan. Köşe taşı ol(a)mayanlardan. Deneyip de yanılanlardan, yanıldığını sananlardan. Bugün bu biçem, anlatı ufkumuzu büyük ölçüde geliştirmişse biraz da Dracula’yı; Dr.Acula olarak hayal eden uçuklara borçluyuz, diye düşünüyorum.
       Dr.Acula!
Taylan Asır

2 yorum:

  1. Taylancım,bu nefis yazın için tebrikler...Bu türden yazılar yazdığını bilmiyordum,şiirdeki kadar başarılı buldum seni.. Senin bu yazını okurken "Aşk Filmlerinin Unutulmaz yönetmeni" geldi aklıma.Oradaki Haşmet de yetenekleri sınırlı olmakla birlikte sinema tutkusu sınırsız bir adamdı.Acaba Tim Barton'ın Ed Wood'undan esinlenmiş olabilir mi Yavuz Tuğrul? diye düşünmeden edemedim.Her iki film de sinema aşkı üzerine bir saygı duruşu.Bir de Cinema Parodiso var ki,o sinema tutkusunu destanlaştırmış.Bir film daha aklıma geldi sinema aşkı ile ilgili.."Hayallerim,Aşkım ve Sen".Bizden bir film.Seviyorum bu filmleri,çünkü bunlar bize dehadan daha çok tutkunun önemli oşduğunu gösteriyolar...

    YanıtlaSil
  2. Kesinlikle katılıyorum sana Hakan. Dehayı biz daha çok apiriori olarak düşünürüz. Halbu ki tutku birebir inşa edilen bir şeydir. Akılalmaz zorluklara göğüs gererek, düşekalka inşa edilir. Çoğunlukla da sonu hayal kırıklığıyla biter. Kimin kimden esinlendiğini bilmiyorum önemli de değil, önemli olan aslında ortaya konan şeyin, insanın en özge yanı olan sanat eyleme, sanat eyleyerek "büyük ailemize" sunduğu katkı olmasıdır. Kesinlikle katılıyorum sana.

    YanıtlaSil