5 Şubat 2011 Cumartesi

MİNÖR-X


     

       Mutsuzum.  Dahası karamsarım da. Hem de boylu boyunca. Sanırım son sekiz dokuz yıldır bu haldeyim. İçimde yaşamak isteği yok. Fakat ölmek isteği de yok. Herhangi bir şeyi değiştirmek, çekidüzen vermek, açılıp saçılmak, giyinip kuşanmak, düşünmek, alçalmak ya da yükselmek isteği de yok. Mutsuzum. Dahası karamsarım da. Hergün hep aynı şeyleri yapıyorum. Sabah kalkıp çalışıyorum. Akşam , Bacanak birahanesinde altı ya da yedi bira içiyorum. Orda, Sosyal Güvenlik Kurumunda çalışan bi memurla emekli gün sayısı, prim borcu falan hakkında konuşuyorum. Daha önce bi kömürcüyle konuşuyordum. Mangal kömürü satıyordu kebapçılara falan. Öldü. Şimdi onunla değil de bahsettiğim memurla konuşuyorum. Günün birinde o da ölürse Eminönü esnafına poşet satan biri var onunla konuşacağım. Şimdiden selam vermeye başladım. Sonra eve dönüyorum. Crime&İnvestigation Network’te Ted Bundy falan gibi seri katillerin hayatını izliyorum. Nedense hepsinin çocukluğunda berbat bir takım olaylar geçmiş başından. Belgeseli anlatan söylüyor bunu. Yoksa kimse bu denli vahşice cinayetler işleyemezmiş.  Kulağa doğru geliyor. Ted Bundy’nin yerinde olmadığım için mutlu oluyorum. Uyuyorum.
       Mutsuzum. Dahası karamsarım da. Geçen kış, hiç neden yokken birden bire ablam ziyaretime geldi. Kendisi Antakya’da yaşıyor. Bir lisede felsefe öğretmenliği yapıyor. Kısa boylu bir kocası ve diş çıkarırken alışkanlık edindiği için hemen herşeyi kemiren bir çocuğu var. Bir keresinde sıra arkadaşının işaret parmağını kemirmeye kalkmış. O da bizimkinin gözüne kurşun kalemini batırmış. Göz % bilmem kaç yitirmiş yetisini. Bir daha da okula gitmek istememiş. Aylarca gitmemiş de. Bir sürü psikolojik destek falan alınmış uzmanlardan. Henüz çocuk olduğu için, uzmanlar çocukluğuna da inememişler tabi. Yaşıtları okuma yazma öğrenip ikinci sınıfa geçmişler. Bizimki öğrenememiş. İşte bu tek gözlü kemirgeni büyütmeye çalışan felsefe öğretmeni ablam, geçen kış hiç neden yokken çıkageldi. Beni alıp Balmumcu’da özel bir kliniğe götürdü. Kaç kez gidip geldik anımsamıyorum. Doktor majör depresyon teşhisinde bulundu. Bu hastaların % bilmem kaçı intihar edermiş. Ablam dehşet içinde gözbebeklerime dikti bakışlarını. Doktor, daha önce denediniz mi intiharı bunu bilmem gerek, diye sordu. Ablam feveran halde, sağ omzunu indirip kaldırarak – bu onun tikidir, kendinden geçtiğine delalet eder ve susmayı yeğleriz ailecek- sarsılmaya başladı. Ben açık ve hemen herkesin anlayabileceği bir dille, geçmişte intihara kalkışmadığımı, gelecekte de kalkışacağımı sanmadığımı, zira intihar eylemi için bile hiç de yabana atılamaz bir iradeye gereksinim olduğunu, bende ise söz konusu irade ve isteğin zerresinin dahi bulunmadığını, bu klinikte olup da eşek yüküyle para ödememizin asıl nedeninin de bu olduğunu anlatmaya çalıştım. Doktor sorusunu yineleyince kısaca , hayır, dedim.
       “ Bakın Bilmem Kim Hanım, sizinle açık konuşacağım.  Kardeşiniz majör depresyon geçiriyor. Geçiriyor dediğime bakmayın, aslında majör depresyonun orta yerine serip kilimini, adeta bağdaş kurmuş oturuyor. Sorularıma verdiği yanıtlar da gösteriyor ki onu ve tabi siz aile ve yakın çevresini son derece zor bir süreç bekliyor. İstatistikler bu durumdaki hastaların ne yazık ki %15’inin intihar ettiğini gösteriyor. Daha önce denememiş olması, bundan sonra denemeyeceği anlamına gelmez. Bu bakımdan ben derhal ilaç tedavisine başlayalım derim. Seanslar da hiç aksatılmasın rica ederim. Bir de kurcalayalım bakalım yedi ya da sekiz yıl önce ne olmuş ki bu çocuk bu duruma sürüklenmiş. Derin bir aşk acısı olabilir, ne bileyim ağır bir suçluluk hissi olabilir… Üstesinden gelemediği bir sükut-u hayale uğramış bu besbelli. “
       Bir lisede felsefe öğretmeni olan ve; “ Eaeae, bu Platon’un mağarası gundelik hayatta ne işe yarar hocaaeeeam!” diye sesler çıkaran insanlara, inancını hiç yitirmeden – onun deyişiyle elinde meşale ile- felsefenin zavallı f’sini öğretmeye çalışan ablam, doktorla başbaşa konuştuktan sonra beni Beyoğlu’nda bir kafeye oturtup şu soruyu sordu;
       “ Söyle bakalım yedi bilemedin sekiz yıl önce ne oldu?”
       “ Yedi mi, sekiz mi?”
       “ Sekiz.”
       “ Hiç.”
       “ Yedi?”
       “ Hiç”
       “ Tamam. Haklısın, hiçlik de insanı depresyona itebilir.”
       “ Tabi –lik ekini alacak kadar şanslı olanı. Dikkat edersen benim hayatımdaki ‘hiç ‘henüz -lik ekini alabilmiş değil.”
       “ Oyun oynamayı kes. Sana bira ısmarlayayım mı? Çekinme, benim yanımdasın diye. Tabi ben senin kadar zeki ve yaratıcı birinin alkol almasını doğru bulmuyorum fakat yine de bir istisna yapabiliriz.”
       “ Zeki ya da yaratıcı biri değilim abla. Ama bira içebilirm. Sana da söyleyeyi…”
       “ Asla. İçmediğimi biliyorsun. Ayrıca nerden çıkardın zeki olmadığını falan, makalelerinin kaç dile çevrildiğini, kaç kaynakta atıfta bulunulduğunu takip etmiyor muyum sanıyorsun. Lütfen yapma böyle. Küçümseme kendini. Bu bi hastalık sadece. Tedavi olursun biter gider.”
       Ve bu konuşma böylece uzayıp gitti. Ve benim felsefe öğretmeni olan ablam, sanırım ömründeki en kabarık hesabı ödedi. 18 bira, 6 tekila, iki kuruyemiş… neyse onun içtiği çayları saymadım, dört diyelim.  Para üstünü  beklerken –asla kredi kartı kullanmaz, kullanmadığı gibi kullandırtmaz da- şu cümleyi kurdu:
       “ Bu parayla ben kaç yoksul çocuğa defter, çanta alırdım biliyormusun sen?”
       “ Farkındayım abla, lanet burjuva hastalığım olmasaydı şüphesiz ki bu para böyle boşa harcanmış olmayacaktı. “
       “ Sence komik mi bu cümle? Gülmeli miyim gerçekten? Boşa uğraşıyorum değil mi ben, ne farkeder, boşverelim gitsin. Kimse kimseyi görmez olsun, bağlayalım gözlerimizi, tıkayalım kulaklarımızı da, kimin gücü yetmiş hem dünyayı derğiştirmeye.”
       “ Senin gibilere pozitivist deniyor biliyorsundur herhalde. Yani bu kadar katı, bu denli şaşmaz bir iradeyle ve fakat gözünün önünde olup biteni göremeyecek kadar da kör olup dünyayı dizayn etmeye kalkanlara.”
       “ Hadi ordan majör depresif sen de. “
       Bu anlattıklarım geçen kış oldu. Sömestr  tatili bitti, ablamı evde beslediği tek gözlü kemirgene, kısa boylu kocasına ve felsefenin zavallı f’sine uğurladım.  Havaalanından döner dönmez de kendimi fırlatıp attım Bacanak birahanesine. Altı ya da yedi tane bira içtim. İçerken bir yandan askerlik borçlanmasının emekli prim gününden düşüldüğünü mü, çıkıldığını mı, toplandığını mı, buna benzer bir şey hakkındaki bitmek bilmeyen konuşmayı dinledim, bir yandan da bira bardağındaki kabarcıkların her birini yoksul birer öğrenci olarak hayal ettim. Buz gibiydiler, üşüyorlardı.
       Giderken ablam ne kadar tembihlemiş olsa da, hatta bizzat kliniği arayıp soracağını söylese de, o gider gitmez kestim tedavi programını.  İntihar falan edeceğim yok.  Her gece yatağa girerken, biraz da sarhoş, mutlu oluyorum; iyi ki Ted Bundy değilim.
       Sonunda o da öldü. Emekli prim gün sayım. Çalışan herkesin, hangi yıl hangi ay emekli olabileceğini bir an bile düşünmeden söyleyiveren memur. Kendi emekli olamadan öldü. Akşam birahaneye gelip de öldüğünü söylediklerinde şu cümle döküldü dudaklarımdan:
       “ 12 yıl 4 ay 32 gün”
       “ O ne hocam?”
       “ Emekliliğine diyorum, 12 yıl 4 ay 32 gün vardı.”
       “ Haaa! Ee 32 olmaz ki hocam?”
       “ Bunu ben de söylemiştim ona, inanmadı.”
       “ Neyi söylemiştin?”
       “ Bu 32’nin başına iş açacağını. Emekli olamadan ölüp gideceğini.”
       “ Ben sana bira getireyim en iyisi. Allah rahmet eylesin, güler yüzlü adamdı.”
       Birkaç haftalık tereddütten sonra Eminönü esnafına poşet satan adamla karşılıklı bira içip konuşmaya başladık. Ben aslında pek konuşmam. Daha çok konuşulanı dinlerim. Ama bu herif meraklı bir tip. Ne kadar dolambaçlı yollara soksam da esnaf kurnazlığıyla durup soruveriyor kimi soruları.
       “ Dikkat ediyorum hocam, sen her akşam burdasın.”
       “ Hemen hemen her akşam.”
       “ Çoluk çocuk falan yok galiba?”
       “Yok.”
       “ Boşver be kardeşim. Benim üç tane var da noluyo? Hep dert hep dert. Otu boku bitmiyo ki veletlerin.”
       “ Ot ve bok hakkında teferruatlı bilgim yok.”
       “ Heee, sen komik adamsın be kardeşim. Ee, ne iş yaparsın, söylemedin daha?”
       “ Sekiz dokuz yıl öncesine kadar Amerika’da çalışıyordum.”
       “ Vaay! Ne iş yapıyordun orda?”
       “ Stanford antropoloji kürsüsünde hocaydım.”
       “ O ne ya? Anlamam ki ben. Üniversite hocasısın yani.”
       “ Öyleydim.”
       “ E niye ayrıldın? Hee anladım, memleket hasretine dayanamadın değil mi? Bizim kayınço da Avustralya’ya gittiydi işçi olarak. Üç ay kalamadı, döndü.”
       “ Memleket hasreti çekmedim hiç, ne yalan söyleyeyim. “
       “ E niye bırakıp döndün ki o zaman?”
       “ Depresyona girdim. Majör depresyon.”
       “ Depresyonu anladım da majörünü anlamadım. Kafayı çizdim desene sen,hehehe.”
       “ Evet kafayı çizdim.”
       “ E şimdi napıyon, çalışıyon herhalde.”
       “ Şimdi mi?”
       “ He şimdi?”
       “ Öykü yazıyorum.”
       “ Ne öyküsü?”
       “ Evimde, çalışma odamda, bilgisayarın karşısındayım, uydurup duruyorum işte bişeyler.”
       “ Ne gibi mesela?”
       “ Senin gibi mesela.”
       “ Nasıl yani?”
        “ Basbaya işte. Eminönü esnafına poşet satan, kel kafalı, akşamcı, evli, üç çocuğu olan biriyle yaptığımız muhabbeti yazıyorum işte. Oturmuşuz birahaneye, iki bira bi fıstık söylemişiz. İçip içip muhabbet ediyoruz işte. Kömürcü, Emekli prim gün sayım ve sonra sen. ”
       Ben konuştukça karşımdaki kahkahalarla güldü durdu. Delinin teki olduğumdan emin olunca da içtiğimiz biraların parasını ödemek istedi. Ödedi. Biraz sarhoş, mutsuz, üstelik alabildiğine karamsar bir halde döndüm eve. Televizyonu açtım, fırlatıp attım gövdemi koltuğa.
       30’dan fazla kadına tecavüz edip hunharca öldürmüş.
       Büyükanne ve dedesi, piçin teki olduğunu gizlemek için, onu evlat edindiklerini söylemişler çevrelerine. Zavallı çocuk buna kendi de inanmış ve uzun süre  öz annesini ablası sanmış.
       Yakalanmış ama kaçmayı başarmış.
       Birkez daha yakalanmış, bir kez daha kaçmayı başarmış.
       Davada kendi savunmasını yapmış.
       Onlarca kadın hayranından mektuplar almış.
       Hakim yüzüne karşı ölüm cezasını açıklarken, onun ne kadar zeki ve yaratıcı biri olduğunu da itiraf etmiş.
       Hapisteyken bir mülakatta;
       "İnsanların neden birbirleriyle arkadaş olmak istediğini bilmiyorum, bir insanı diğeri için çekici kılan şey nedir bilmiyorum, sosyal etkileşimi ne sağlar bilmiyorum." Demiş.
       1989 da idam edilmiş.
       Anlatacaklarım bitti. Uyumam gerek artık.
       Mutsuzum.  Üstelik boylu boyunca da karamsar.  Ama iyi ki Ted Bundy değilim. Majör depresyon geçiren basit bir minör-x’im sadece.  Saçma sapan hikayeler anlatan.


Taylan Asır




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder