3 Şubat 2011 Perşembe

MURAT GÜLSOY İLE SÖYLEŞİ



TAYLAN ASIR



MURAT GÜLSOY İLE YARATICI YAZARLIK ÜSTÜNE SÖLEŞİ




TA - Dilerseniz son kitabınız olan 602. Gece ile başlayalım. Kitabınızın birinci bölümünde Borges’in 602. Gece’den bahsettiği metinden yola çıkarak realist anlatı ile modernist ve postmodernist anlatı arasındaki temel ayrımlara değinerek; modernist sanat ve edebiyatın radikal bireycilik anlamına da geldiğini söylüyorsunuz. Bu ‘radikal bireycilik’ kavramını biraz açabilir miyiz?

MG - Bu konuda çok geniş bir birikim var batı edebiyatında. Modernizm, postmodernizm üzerine çok çalışılmış bir konu. Ancak bizim bu konuyu zamanında yeterince algılayıp tartışabildiğimizi sanmıyorum. Ben de bu konuyla ilgili literatürü okudukça başlangıçtaki yargılarımın evrildiğini gördüm. Doğrusu önceleri modernist sanatla postmodernist sanatın kalın çizgilerle birbirinden ayrılabileceğine inanıyordum. Ancak o kalın çizginin nerede başladığının izini sürmeye başlayınca gördüm ki mesele asıl olarak realist ile modernist arasında düğümleniyor. Yani bu tartışmanın bir başlangıç noktası olarak temsil meselesinin krizi olduğunu düşünüyorum. Daha doğrusu böyle düşünenlere katılıyorum diyebilirim. Çünkü bu konuda çok sayıda görüş var, tek doğru saptamadan söz etmek kolay değil. Temel mesele sanattaki temsil meselesinde düğümleniyor. Realist sanatın birebir yansıma ilişkisi olarak tanımladığı temsil modernistlerle beraber bir krize giriyor. Artık sanatsal imgenin, işaretin, anlatının, yapıtın neyi temsil ettiği (elbette nasıl temsil ettiği de mesele haline getiriliyor) ciddi bir sorun haline geliyor. Bu sorunla uğraşmak bizi modernist tavra getiriyor. Bu meseleyi yok sayarak yola devam etmek aslında realist anlatının devamıdır. Peki postmodernist kavramı nereden çıkıyor? Bunun tarihsel bir süreç olduğunu biliyoruz. Modernleşmeci dünya görüşünün hayal kırıklığı, ilerleme, eşitlik, evrenselcilik gibi kavramlara duyulan güvenin sarsılması üst üste yaşanan savaşların, soykırımların, özgürlük vaadiyle yola çıkıp akla ziyan totaliter rejimler üreten devrimlerin eseridir elbette. Dolayısıyla modernist tavır da bu hayal kırıklığı neticesinde tavsiye edilmeye çalışıldı yirminci yüzyılın ikinci yarısında. Düşünsel olarak, yerelliğin, göreceliğin, ilerleme, bilim karşıtlığının yükselişine tanık olduk. Milliyetçilik, dincilik, arkaik inanışların geri dönüşüne tanık olduk. Bu dönemin düşünsel olarak kalbinde taşıdığı hayal kırıklığı bir nihilizmi besledi. Şimdi bu dönemde bu eğilimlere sahip yazarlara postmodern dendiği gibi, modernist geleneği bir biçimde sürdüren (yani edebiyatın sanatın içinde kurulan dünyanın kuruluşunu sorgulayan ve buradan yola çıkarak hayatı sorgulayan) yazarlara da postmodernist denildi. Ben bu sınıflandırmaya katılmıyorum. Postmodern kavramının bu şekilde kullanımının yine modernist karşıtlığının bir uzantısı olarak işlev gördüğünü düşünüyorum. Yani eğer sanat yapıtını bir şekilde sınıflandıracaksak bunu sanata ait kavramlarla yapmamız gerekir. Burada benim için somut kriter temsilin mesele haline getirilip getirilmediği. Bunun sonuçlarında biri en azından ilk döneminde radikal bireycilik olarak görünmüştür, bunu söylemek mümkün. Bana göre sanat yapıtına sosyal, siyasal, faydacı, ahlaki misyonlar yüklemek tamamen sanat karşıtı bir tutum içerir. Sanat insanın deneyimidir, böyle olduğu için de aslolan sanat deneyimini yaşamaktır yazar olarak da okur olarak da.

Tüm bunlar biraz da bu konuya nasıl yaklaştığınıza bağlı. Bugünkü bilimsel düşüncenin temelinde sayma ve sınıflandırma olduğunu söylüyor Foucault. Daha öncesinde çok daha farklı bir dünya, doğa algısı var. Şimdi her yapıtı ve yazarı çok net çizgilerle bir sınıfa dahil etme çabasının da bu türden bir sınıflandırma saplantısından kaynaklandığını da düşünüyorum. Çünkü yazarların yaklaşımları arasında benzerliklerden çok farklılıklar bulmak da mümkündür. 

TA - Yine son kitabınız ile ilgili olarak, birinci bölümü Borges’ten şu alıntı ile bitiriyorsunuz; “ Bir kurmacanın karakterlerinin kendi kurmacalarının okurları ya da izleyicileri olabileceğini öneren bu tersine çevirmeler, bizlerin de, birer okur ya da izleyici olarak kurgusal varlıklar olabileceğimizi söyler.” Ve ekliyorsunuz, “ Sorularımız aynı olsa da cevaplarımızın farklı olduğunu düşünüyorum.” Okurlarınızın kurgusal varlıklar olabileceğini hiç düşündünüz mü? Ya da bu noktada sizi farklı cevaplar aramaya iten şey nedir?

MG - Okurlar elbette bir anlamda kurgusaldır, en azından ben metnimi yazarken böyledir. Gerçekte olmayan, sadece benim zihnimde var olan ideal okur için yazarım. Ama yazdığım yayınlandığı an gerçekten birilerinin eline geçtiği, okunduğu anda gerçek okurlar ortaya çıkar. Bu sorunuzun düz cevabı. Borges’le ilgili olan artalanındaki soruya cevabım ise, Borges’in müthiş zihin açıcı özelliklerinin yanında son kertede mistik kendi üzerine kapanmalarla meseleyi bertaraf ettiğini düşünüyorum. Belki de temsili mesele etmeyi bıraktığı anlardır bunlar. O zaman da ben kendimi Borges’ten çok farklı bir zeminde buluyorum.

TA - Sanat eserinin ‘hakikat’ ile kurduğu temsil ilişkisinde, bizde pek keskin çizgilerle ayrılmasa da, belirli biçim - içerik, ideolojik ya da kurgusal açıdan farklılaşmalar oluyor. Belki de bizim realizm, dadacılık, modernizm, postmodernizm diye adlandırdığımız sanat akımları, tarihsel olarak bir momentte yaşanan kriz - kopuş süreçlerinin ürünü. Çağın bireyinin gerisinde kalan sanat eseri elbette bir krizle yüzleşmek zorundadır da. Bu noktada siz, günümüz öykü ve romancılığında böyle bir temsil sorunu yaşandığını düşünüyor musunuz?

MG - Temsil sadece belirli bir dönemin meselesi değil. Evet, yirminci yüzyılın başında adı konarak çok sayıda sanatçı tarafından telaffuz edildiği ve araştırıldığı, deneyimlendiği için Modernistlerle özdeşleştirilir. Oysa Don Kişot’ta Cervantes’in bunu temelinden sorguladığını biliyoruz bugün. Tüm o sanat akımları bu meseleyle bir biçimde başa çıkmak için özgül tavırlar ortaya koymuşlardır. Peki bugün durum nedir diye soruyorsunuz: cevaplamak zor çünkü bugünü görebilmek için yarına gitmemiz gerekir. Anın gürültüsü neyin ne olduğunu görmemize engel oluyor. Kişisel gözlemim şu: çoklu ortam ve bunların birbirlerine bağlanması. Bu iki kavram üzerinde şekilleniyor bugün sanat ve hayat. Her şeyin her şeyle karşılaşması mümkün oluyor. Bunun çoğaltıcı, zenginleştirici bir işlevi var ama aynı zamanda yüzeyselleştiren, gelip geçici kılan bir yanı da var. Bir yandan son derece gelişkin sanatsal deneyimler yaşanıyor ama bir yandan da tamamen içi boş bir gösteriye dönüşmüş sanat söz konusu. Daha da ayrıntıya inersek, bugün Türkiye’de yazılan öykü ve romanların ezici bir çoğunluğunun böyle bir temsil sorunu yaşadığını düşünmüyorum; çok daha piyasa işi bir etkinlik olarak sürüyor. Ama alternatif ortamlarda, internetteki dergilerde, kişisel bloglarda, sosyal paylaşım ağlarının içinde çok farklı bir kitlenin mayalandığını da söyleyebiliriz.
  

TA - Bir öykünüzde, öykü karakterlerinizden biri şunu söylüyor: “ Yaratıcılık, kendi oyunlarınızı kurmaya başladığınız zaman ortaya çıkacaktır.” Sizin öykülerinizde temel öğelerden biri de ‘oyun’. Kurmaca bir metnin yaratacağı gerçeklik hissi, ‘oyununuzun’ kurallarına ya da hayal gücünüzün kuralsızlığına bağlıdır diyebilir miyiz?

MG - Oyun sanatın temelinde olan bir kavram bana göre. Hamurunda var. Oyun, taklit, temsil etme kavramları olmaksızın sanatı anlamak mümkün değil. Ama yine de bu konuda öykü karakterlerine çok fazla güvenmemek gerekir!

TA - “Genleşen Kafka Metni” isimli öykünüzde Kafka’nın kısa bir metnini alıp cümlelerin arasına girerek belki de metni yapıbozumuna uğratarak yeniden yazıyorsunuz. Orijinal metnin ardalanını kazıyorsunuz ve boşlukların sizde bıraktığı imgelemi okurlarınızla paylaşıyorsunuz. Bu ilginç bir deneyim olsa gerek. Benzer deneyler sizin öykülerinizle de kolaylıkla yapılabilir. Bu anlamda, öyküde yazarın bıraktığı ‘boşlukların’ değeri ve anlamı nedir?

MG - Öyküde boşluk olur mu diye düşündüm sorunuzu okurken. Boşluk da biz okurların yarattığı bir alan aslında. Kafka’nın o metninde aslında bir boşluk yoktu. Ben metnin içine girdikçe zihnimde ‘dolan’ dünyayı aktarmak için cümlelerin arasına girdim. Dolayısıyla bir öyküde yazar boşluk bırakmaz, okur boşluğu yaratır diyelim.

TA - Sanat yapıtının temel meselelerinden biri de özgürlük kavramı ile kurduğu bağ olsa gerek. Özgürlük, ‘birey’in kendi varoluş sürecinde çözmesi gereken belki de ilk sorun; özgür olmak. Bu politik bir öngörüler bütününü de savunmak anlamına gelmiyor mu? Kadın sorunu, eşcinsel hakları, üniversitelerin özgürlüğü vb. Sanırım liste hayli uzun. Evrensel bir dil yaratma çabasında olan bir yazarın bu sorunlarla ‘nesnel’ ilişkisi sizce nasıl olmalıdır?

MG - Sanatsal deneyim özgürleşme çabasıdır temelde. Bilinçdışında olanın ortaya çıkma arzusundan beslenir. Birçok politik hareket de insanların özgürlüğü için çabalayan insanlardan oluşur. Elbette yazar da sanatçı da kendi içinde bulunduğu zihinsel donanımı ölçüsünde bu mücadelelere katkıda bulunmalıdır. Ancak bu katkının sanat yapıtı yoluyla olacağını savunmak konusunda ben çekinceli davranırım. Sanat deneyiminin her hangi bir alana terk edilmesinden hatta ödünç verilmesinden yana değilim.

TA - Siz oldukça özgün kurgularla yazıyorsunuz öykü ve romanlarınızı. Devingen, çoğu zaman ucu açık, çok katmanlı olay örgüleri çıkıyor karşımıza. Sanki bir yerden, bir noktadan sonra yazarın ellerinden kurtulan öykü kahramanları kendi kaderlerini ellerine alıyorlarmış gibi. Bir anda ‘yolları çatallanan bahçe’de buluveriyor okur kendini. Kurmacanın yarı karanlık bahçesi. Yazar olarak bu noktadaki tercihlerinizden ve tavırlarınızdan konuşabilir miyiz biraz da?

MG - En zor soru. En azından şu andaki hissiyatımı söyleyebilirim: Git gide odaktan uzaklaştığımı hissediyorum. Yani git gide görüntü bulanacak, netlik azalacak… Kendime şöyle şeyler fısıldayıp duruyorum çoktandır: Sanat bulanık meseleleri netleştirmez, net olanları bulandırır. Netlik ayarını yapan ideolojidir. Bunların sanatsal deneyimdeki karşılığı nedir, şu anda bilmiyorum. Yaşayarak, deneyimleyerek göreceğim.

TA - Son olarak, İstanbul’da yaşayan ve yazan biri olarak, kentin kaotik dokusu, tarihsel varlığı, kapitalizm koşullarının yarattığı akıl almaz dönüşümü sizde nasıl bir etki bırakıyor? İstanbul’da yazmak! diye sorsam…

MG - İşte ortaya ben ve yazdıklarım bu şekliyle çıkmış oluyor. İstanbul etkisini anlamak için İstanbul’un dışında olmak nasıl bir deneyim onu bilmek gerekli. Doğduğum yerden hiç ayrılmadım, hep buradaydım, dolayısıyla başka türlü nasıl olabilirdi gerçekten bilmiyorum.

Teşekkürler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder