11 Şubat 2011 Cuma

KASIMPAŞA’DA BİR ZÜRAFA

Kurgu Düşün Sanat ( Eylül Ekim 2010 -  Sayı:4 )


KASIMPAŞA’DA BİR ZÜRAFA


“ Kasımpaşa’da iki bin yedi baharında geçen bir olaydan esinlenilmiştir.”



Doğukan bir metre yedi santim boyundaydı. Tam olarak.
Altı yıl, üç ay, dokuz gün, bu da onun yaşı demekti.
Bir ikindi, annesinin bir koşu ekmek almaya çıkmasıyla peyderpey buzdolabına yönelmiş, rafta dizili depresyon haplarını, peynir kâsesinin, sirkenin ve üç yumurtanın şaşkın bakışları arasında yuvarlayıvermişti mideye. Kadıncağız eve döndüğünde çocuğu buzdolabının hemen dibinde saf saf gülerken bulmuş, boş ilaç şişesini fark etmesiyle çığlığı basması bir olmuştu.
Doktor bu fukara aileye, gözlük camının buğusunu silerek ve koridorun diğer ucundan kırıtarak gelen hemşireyi göz ucuyla süzerek şöyle demişti:
“ Ucuz atlatmışsınız vallahi. Bu sabiyi Allah korumuş. Ama yine de bir takım komplikasyonlar ortaya çıkacaktır diye endişe ediyorum. Az buz değil efendi, onca depresyon hapını sen, değil mi ama? “
Birkaç günlük bakımın ardından Doğukan taburcu edilmiş, onu hastaneden elinde bir oyuncak tankla gelen amcası almış, yol üstünde bir pastanede dondurma yedirdikten sonra eve getirmişti.
Annesi onu yatakta, kolundaki sargılar ve yüzüne serbestçe dağılmış olan morluk ve şişliklerle karşıladı. Yavrucuğunu sarıp sarmaladı hemen de. Öptü, kokladı, ağladı da ağladı. Akşam ev hısım akrabayla doldu taştı. Dedesi, biricik erkek torununa okkalı bir muska, büyük halası bir nazar boncuğu, kapı komşuları Göbekli Recep Amcası ise bir su tabancası getirmişti. Uğultulu kalabalık çay içti, ileri gitti geri geldi, mutfağa, helâya giren çıkanlar oldu. Yatsı namazını kılanlar, dedikodu yapanlar, patronuna sövenler, başbakana, reisi cumhura… Sonra anasına kâh zılgıt kâh nasihat çekenler oldu. Allaha sığınanlar, adak adayanlar, esneyenler, uyuyakalanlar, horlamaya yeltenenler oldu. Sonra bir kez daha sessizliğe gömüldü oturma odasında, duvara asılı olan besmele-i şerif.
O gece Doğukan, koynunda asılı olan iki muska, üç nazar boncuğu, bir plastik tank ve bir su tabancasıyla uyudu. Uyandığındaysa gece gördüğü güzel rüyayı anımsayamadığını, aslında artık hiçbir şeyi anımsayamadığını, ben, bir yazar sorumluluğuyla fark ettim. Ona sıcacık sesiyle, oğulcuğum uyanmış mı, diyen kadını, ocağın üstünde fokurdayıp duran şeyi, çaydanlığın altında yanıp duran şeyi, adını, neye benzediğini, kardeşi olup olmadığını, güneşi, ayı, yıldızları, yaşamak zorunda olup olmadığını, hiçbir şeyi...
“ Eee hadi yüzünü yıkasana oğlum, bak sana anan neler hazırladı, hadi yavrum.”
Yüz – yıkamak?
Annesini duymazlıktan gelerek oturdu masaya.
Kadıncağız sesini çıkarmadı, ölümden döndü ne de olsa, olacak o kadar şaşkınlık, dedi içinden.
“ Yumurtanı bu seferlik ben soyayım olur mu yavrum? ”
Yumurta - soy - sefer - ben ?
“ Soy sefer yumurtayı ben.” dedi Doğukan. Fakat yemedi. Çünkü yemesi gerektiğini de anımsayamamıştı.
“ Olur, olur, çocukcağız şaşkın tabi, atamadı üstünden yavrum.” 
Kadıncağız saf saf iyiye yoruyordu onun bu halini. Başka çaresi var mıydı? İyi düşünceler kem cinleri kovarmış. Kem cinler çocukların gözlerinde perde olmaktan korkup kuyuların dibinde sırlı sözlerle körebe oynarlarmış o zaman. İnce bir su gibi akıp zamanın, tükendiği dudaklarına dek tanrının.
Doğukan’ı elleriyle besledi anası o sabah. Hemen ardından en sevdiği oyuncaklarını çıkardı orta yerine salonun. Ama çocuğun oyuncaklara anlamsız gözlerle ve hatta korkarak baktığını görünce kendi de oturdu ve onunla birlikte oynamanın akıllıca olacağını düşündü. Küçük kırmızı itfaiye arabasının merdivenini kaldırıp, sirenini yaktı. Yangın yerine son hız ulaşmalıydı elbette. Fakat öylesine hızlanmıştı ki virajın birinde tepetaklak oldu araç. Sonra yaralı itfaiyecileri kurtarmaya mustang atıyla bir kovboy çıkageldi. Şapkası yüzünün sert çizgilerini gölgeliyordu. Batı çöllerinin kum fırtınalarına karşı koyabilmek, belki de bir tren soygununda tanınmamak için boynunda laciverdi bir fuları vardı. Belinin iki yanında birer magnum taşıyordu ve bu haliyle kaza yerinde dört bir yana savrulan itfaiye erlerine faydadan çok zararı dokunacakmış hissi uyandırıyordu. Atın üstünde son hız ilerliyordu ki bir an hayvanın yularını çektiği gibi duruverdi. Sonra birden öylesine ağır ve görkemli bir hareketle bakışlarını Doğukan’ın yüzüne dikti ki çocuk oturduğu halının üstünde korkudan donakaldı. Ardından da tepetaklak düştü sırtüstü. Doğukan’ı vahşi kovboyun hışmından korumak için son model bir leopar tank hızla olay mahalline hareket ettiyse de fayda etmedi. Çocuk ağlamaklı gözlerle doğruldu ve sağa sola zikzaklar çizerek pencere kenarına yöneldi. Anası biricik yavrusunun korktuğunu anlar anlamaz peşinden seğirtti elbette. Arkasından kollarını doladığı gibi, minik gövdesini havalandırarak pencere kenarına ulaştırdı. Perdeyi de araladı. Dışarıda boylu boyunca bir incir ağacı serpilmiş salınıyordu. Dallarında ham incirler…
“ Bak kuzum, incirleri görüyo musun? Minicikler daha. Hele bir iki ay sabret, onlar böyle koca koca olsunlar, ballansınlar, ben sana toplayıp toplayıp getirecem. Hele anasının kuzusu, hele oğul güzeli, kurban olayım sana!”
Doğukan, anasının iştahla anlattığı ham incirlere baktı uzun uzun.
“ İncir?..”
“ He ya kuzum, incir.”
“ Soy sefer incir ben?..”
“ Yok kuzum, onlar yumurta mı ki soyulsun. Toplayıp toplayıp yiyecez inşallah Rabbim kısmet ederse.”
“ İnşallah soy sefer Rabbim yumurtayı ben?..”
“ Ah oğlum, ah yavrum, hele gel uzan da dinlen biraz, pek fena çarpmış ecinniler seni, hele gel.”
Doğukan uzandığı kanepede gözlerini tavana dikti ve öylece kımıltısız seyre koyuldu en garip mahluklarını alemlerin. Işıklar içinde, bir göl kenarında bir kurbağanın sesini işitti ilkin. Onu çağırıyordu. Durmaksızın çağırıyordu. Sonra birden kurbağanın gözlerinde bir kız çocuğu peyda oldu. Mavi çiçek bezeli elbisesinin içinde bembeyazdı teni. Elinde hasır bir sepet, sepetin içinde kırmızı elmalar ve düdükler vardı rengarenk. Doğukan’ı çağırıyordu. Durmaksızın çağırıyordu. Ağaçlar eğilip Doğukan’ın kulaklarına, onu çağırıyordu, dallarındaki papağanlar da öyle, sincaplar da. Sincapların ön ayaklarına sıkıştırdıkları yumurtalar da Doğukan’ı çağırıyordu.
Bu sırada telefon çaldı. Anası çocuğunun başından kalkıp, salonda, sehpanın üzerindeki telefonu kaldırıp konuşmaya başladı birileriyle:
“ He ya iyidir. (…) Zar zor karnını doyurdum işte. (…) Biraz dalgın sanırsam, boş boş bakıyo. (…) Elbet dikkat ediyom, gözümün önünden ayırır mıyım gayri. (…) Sen babasıysan ben de anasıyım, başında durmaz mıyım hiç. (…) “
- Sincaplar gözden kaybolduğunda bu kez çalıların arasından bir zürafa çıkageldi. Boynu o kadar uzundu ki gözleri büyüdü Doğukan’ın. İlk kez zürafa görüyordu belki de. Hayvanın benekleri öylesine büyüledi ki onu, dokunmak istedi elleriyle. Ama uzanamadı. Eğer dokunmak istiyorsa ayağa kalkmalıydı. O da öyle yaptı. Bu kez de sırtını döndü zürafa Doğukan’a. Kuyruğu o kadar kısaydı ki şaştı kaldı. Zürafanın kuyruğu da onu çağırıyordu durmaksızın. Sersemlemiş bir halde takip etti Doğukan zürafanın kuyruğunu. Telefonla konuşan anasının arkasından usulca dolanarak mutfağa yöneldi.
“Yok yok daha uyumadı, uyur herhal. (…) Ne bilem ben, konuşmuyo ki yavrucak, dilini yutmuş sankim. (…) Eee? (…) Bana ne bağırıyon be, ben ne bilem böyle olacanı, bilsem onca ilacı dolaba koyar mıydım hiç. (…) Yidik zaten dayanı, yidik. Alacaan olsun. (…) “
- Bu sırada zürafa mutfakta gözden kaybolmuş, zavallı çocuk da telaşla onu aramaya koyulmuştu. Son bir umut buzdolabını açtı, göz gezdirmeye başladı. Sonra nedendir bilinmez rafta dizili depresyon haplarını, peynir kasesinin, sirkenin ve üç yumurtanın şaşkın bakışları arasında yuvarlayıverdi mideye. Böylelikle de işte o hapların arkasına saklanan zürafayı ve onun kuyruğunu da sobelemiş oldu.
“ Heee? Ne diyon anlaşılmıyo ki be? (…) Neyleri kaldırdım mıydııı? (…) Hapları mıı? (…) Yoo, unuttum gittiii.. (…) (…) (…) Amanın! ”
Doğukan bir metre yedi santim boyundaydı. Tam olarak.
Altı yıl, üç ay, dokuz gün, bu da onun yaşı demekti.
Sonrasında?
Sonrasında Doğukan’dan geriye sayacak kayda değer bir şey kalmadı desek?..

Taylan Asır


1 yorum:

  1. Bu kadar küçük bir çocuğun ölümün çağrısına karşı koyamayışı,bilinçli bir tercih olduğu fikrinin reddi mi?Sanki bir çocuk oyununun doğal bir parçasıymış gibi..Fikirler değil hisler mi çekiyor oraya...Masumiyetin bir ifadesi mi?Sorgulamadan,muhakeme etmeden,hislerle anlaşılabilecek bir şey mi?Hikayeni anlayamadım ama beni bir takım suallerle başa başa bıraktı..Acaba yazının amaçladığı şey bu muydu?

    YanıtlaSil